25 Mayıs 2018 Cuma

YARGILAMANIN YENİLENMESİ


A. Genel Olarak

Yargılamanın yenilenmesi, kesinleşmiş hükümlerdeki hukuka aykırılıkları ortadan kaldırmak için başvurulabilecek olan olağanüstü bir yasa yoludur.

Yargılamanın yenilenmesi yoluyla hükümlerdeki maddi soruna ilişkin fiili yanılgıların giderilebilmesi amaçlanmaktadır.

Yargılamanın yenilenmesi; yoluna başvurulabilecek kararlar "kesin hüküm" niteliği kazanmış kararlardır.

Yargılamanın yenilenmesini; savcı, hükümlü, hükümlü ölmüşse, eşi, altsoyu ile üstsoyu ve kardeşleri isteyebilir. Hükümlü kendi aleyhine yargılamanın yenilenmesini isteyemez. Cumhuriyet savcısı ise hem lehte, hem de aleyhte yenileme isteminde bulunabilir.

B. Yargılamanın Yenilenmesi Nedenleri

Yargılamanın yenilenmesi nedenleri, lehe ve aleyhe nedenler olmak üzere ikiye ayrılır:

1. Hükümlü Lehine Yargılamanın Yenilenmesi Nedenleri

Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış bir dava, aşağıda yazılı durumlarda hükümlü lehine olarak yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülür (CMY m. 311/1):

  Duruşmada kullanılan ve hükmü etkileyen bir belenin sahteliğinin anlaşılması

• Yemin verilerek dinlenmiş olan bir tanık veya bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt veya ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiğinin anlaşılması

• Hükme katılmış olan yargıçlardan birinin, hükümlünün neden olduğu kusur dışında, aleyhine ceza kovuşturmasını veya bir ceza ile mahkûmiyetini gerektirecek biçimde görevlerini yapmada kusur etmiş olması

• Ceza hükmü hukuk mahkemesinin bir hükmüne dayandırılmış olup da bu hükmün kesinleşmiş diğer bir hüküm ile ortadan kaldırılması

  Yeni olaylar veya yeni kanıtlar ortaya konulup da bunlar yalnız başına veya önceden sunulan kanıtlarla birlikte göz önüne alındıklarında sanığın beraatını veya daha hafif bir cezayı içeren yasa hükmünün uygulanması ile mahkûm edilmesini gerektirecek nitelikte olması

• Ceza hükmünün, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin veya eki protokollerinin ihlâli suretiyle verildiğinin ve hükmün bu aykırılığa dayandığının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla saptanmış olması

Bu durumda yargılamanın yenilenmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde istenebilir. Ancak bu hükümler, 04.02.2003 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararları ile 04.02.2003 tarihinden sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurular üzerine verilecek kararlar hakkında uygulanır.

Ek bilgi

Yargılamanın yenilenmesi istemi hükmün infazım ertelemez. Ancak mahkeme, infazın geri bırakılmasına veya durdurulmasına karar verebilir (CMY m. 312).

A. Hükmün infaz edilmiş olması veya hükümlünün ölümü, yargılamanın yenilenmesi istemine engel olmaz (CMY m. 313/1). Ölenin eşi, üstsoyu, altsoyu, kardeşleri yargılamanın yenilenmesi isteminde bulunabilirler, Bu kişilerin yokluğu durumunda, Adalet Bakanı da yargılamanın yenilenmesi isteminde bulunabilir.

2. Sanık veya Hükümlünün Aleyhine Yargılamanın Yenilenmesi Nedenleri

Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış olan bir dava aşağıda yazılı durumlarda sanık veya hükümlünün aleyhine olarak yargılamanın yenilenmesi yolu ile tekrar görülür (CMY m. 314):

  Duruşmada sanığın veya hükümlünün lehine ileri sürülen ve hükme etkili olan bir belgenin sahteliğinin anlaşılması

  Hükme katılmış olan yargıçlardan birinin, aleyhine ceza kovuşturmasını veya bir ceza ile mahkûmiyetini gerektirecek nitelikte olarak görevlerini yapmada sanık veya hükümlü lehine kusur etmiş olması

• Sanığın beraat ettikten sonra suçla ilgili olarak yargıç önünde güvenilebilir nitelikte ikrarda bulunması

Ek bilgi

Yasanın aynı maddesinde yer almış sınır içinde olmak üzere CEZANIN DEĞİŞTİRİLMESİ AMACIYLA YARGILAMANIN YENİLENMESİ KABUL EDİLEMEZ. (CMY m. 315/1).

HATANIN GİDERİLEBİLMESİNİ SAĞLAYACAK BAŞKA BİR YOL VARSA, yargılamanın yenilenmesi yoluna gidilemez (CMY m. 315/2).

C. yargılamanın Yenilenmesi Süresi

Yargılamanın hükümlü lehine yenilenmesinde herhangi bir süre aranmaz. Mahkûmiyetten sonra ne kadar süre geçerse geçsin muhakemenin yenilenmesi istenebilir. Ancak ceza hükmündeki hukuka aykırılığın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından kesin hükümle saptanmış olması durumunda süre, kesinleşme tarihinden itibaren bir yıldır.

D. Usul

1. Başvuru

Yargılamanın yenilenmesi istem üzerine olur. Yargılamanın yenilenmesi istemi, hükmü veren mahkemeye sunulur. Hükme esas alınan olaylara hukuk kurallarının yanlış uygulanması nedeniyle hüküm bozulmuş ise CMY m. 303'teki durumlarda Yargıtay davanın esasına hükmedebileceği gibi hükümdeki hukuka aykırılığı da düzeltebilir. Yargıtay'ın doğrudan hüküm kurduğu bu durumlarda hükmü vermiş olan mahkemeye başvurulur (CMY m. 318/2).

Yasa yollarına başvurma hakkındaki genel hükümler, yargılamanın yenilenmesi istemi hakkında da uygulanır (CMY m. 317/1). Yargılamanın yenilenmesi istemi, bunun yasal nedenleri ile dayandığı kanıtları içerir.

Bir suç iddiasına dayandırılan yenileme istemi, ancak

-   bu eylemden dolayı kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü verilmişse veya

-   mahkûmiyeti gerektirecek nitelikte kuvvetli kanıt bulunmaması dışında bir nedenle ceza soruşturmasına başlanamamış veya sürdürülememişse kabul edilebilir. Fakat yeni olaylar veya yeni kanıtlar ortaya konulup da bunlar yalnız başına veya önceden sunulan kanıtlarla birlikte göz önüne alındıklarında sanığın beraatını veya daha hafif bir cezayı içeren yasa hükmünün uygulanması ile mahkûm edilmesini gerektirecek nitelikte olursa bu koşullar aranmadan istem kabul edilir (CMY m. 316).

2. Kabul Edilebilirlik İncelemesi

Hükmü veren mahkeme, istemin kabule değer olup olmadığına karar verir (CMY m. 318/1).

Yargılamanın yenilenmesi isteminin kabule değer olup olmadığına ilişkin olan karar, DURUŞMA YAPILMAKSIZIN verilir (CMY m. 318/3).

Yargılamanın yenilenmesi istemi,

-  yasada belirlenen biçimde yapılmamış veya

-  yargılamanın yenilenmesini gerektirecek yasal hiçbir neden gösterilmemiş ya da

- bunu doğrulayacak kanıtlar açıklanmamış ise bu istem kabule değer görülmeyerek reddedilir (CMY m. 319/1).

3. İstemin Kabule Değer Görülmesi Üzerine Yapılacak İşlemler

Yargılamanın yenilenmesi istemi reddedilmezse, bir diyeceği varsa yedi gün içinde bildirmek üzere Cumhuriyet savcısı ve ilgili tarafa tebliğ olunur. Bu kararlara itiraz edilebilir.

Mahkeme, yargılamanın yenilenmesi istemini yerinde bulursa kanıtların toplanması için bir naip yargıcı veya istinabe olunan mahkemeyi görevlendirebileceği gibi; kendisi de bu hususları yerine getirebilir (CMY m. 320/1). Kanıtların mahkemece veya naip yargıç tarafından veya istinabe suretiyle toplanması sırasında, soruşturmaya ilişkin hükümler uygulanır  (CMY m. 320/2).

Kanıtların toplanması bittikten sonra Cumhuriyet savcısı ve hakkında hüküm kurulmuş olan kişiden yedi günlük süre içinde görüş ve düşüncelerini bildirmeleri istenir (CMY m. 320/3).

4. Karar
Yargılamanın yenilenmesi isteminde ileri sürülen iddialar, yeterli derecede doğrulanmazsa ya da

-   duruşmada kullanılan ve hükmü etkileyen bir belgenin sahteliğinin,

-   yemin verilerek dinlenmiş olan bir tanık veya bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt veya ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiğinin,

-   duruşmada sanığın veya hükümlünün lehine ileri sürülen ve hükme etkili olan bir belgenin sahteliğinin ileri sürülmesi dolayısıyla yapılan başvurularda BUNLARIN ÖNCE VERİLMİŞ OLAN HÜKME HİÇBİR ETKİSİ OLMADIĞI ANLAŞILIRSA, yargılamanın yenilenmesi İSTEMİ ESASSIZ OLMASI NEDENİYLE DURUŞMA YAPILMAKSIZIN reddedilir (CMY m. 321/1). Aksi hâlde mahkeme, yargılamanın yenilenmesine ve duruşmanın açılmasına karar verir. Bu kararlara karşı itiraz yoluna gidilebilir.

Hükümlü ölmüşse mahkeme yeniden duruşma yapmaksızın gerekli kanıtlan topladıktan sonra hükümlünün beraatına veya yargılamanın yenilenmesi isteminin reddine karar verir (CMY m. 322/1). Diğer durumlarda da mahkeme, bu hususta yeterli kanıt varsa Cumhuriyet savcısının uygun görüşünü aldıktan sonra duruşma yapmaksızın hükümlünün derhâl beraatına karar verir (CMY m. 322/2). Mahkeme beraat kararı ile beraber önceki hükmün ortadan kaldırılmasını da karar altına alır.

Yargılamanın yenilenmesi isteminde bulunan kimse isterse, gideri Devlet Hazinesine ait olmak üzere önceki hükmün iptaline ilişkin karar Resmî Gazete ile ilân olunacağı gibi mahkemenin takdirine göre diğer gazetelerle de ilân edilebilir (CMY m. 322/4).

Yeniden yapılacak duruşma sonucunda mahkeme, önceki hükmü onaylar veya hükmün iptali ile dava hakkında yeniden hüküm verir (CMY m. 323/1).

Yargılamanın yenilenmesi istemi hükümlünün lehine olarak yapılmışsa, yeniden verilecek hüküm önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha ağır bir cezayı içeremez (CMY m. 323/2).

Yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilmesi durumunda, önceki mahkûmiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararlar Ceza Muhakemesi Yasası'nın koruma tedbirleri nedeniyle tazminat hükümlerine göre tazmin edilir (CMY m. 323/3).

TELEKOMÜNİKASYON YOLUYLA YAPILAN İLETİŞİMİN DENETLENMESİ


§ 1. GENEL AÇIKLAMA
            Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, araya bir vasıta sokulmak suretiyle gerçekleştirilen her türlü haberleşmenin gizlice dinlenmesi, buradan elde edilen bilgilerin kaydedilmesi ve değerlendirilmesini kapsamına almaktadır. Söz konusu tedbir, Almanya’da 1968, Avusturya'da 1974, İsviçre'de 1979, İngiltere'de 1985, İtalya'da 1988, Fransa'da 1991 yılından beri yasal düzenlemeye kavuşturulmuş bulunmaktadır. Bugün hemen tüm devletlerde ceza muhakemesinde koğuşturma organlarına telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesine olanak sağlayan yasal düzenlemelere yer verilmektedir. Bizde ise, tedbirin temel hak ve özgürlüklere müdahale oluşturduğu ve bunun için de yasal bir dayanağın bulunması zorunluluğuna işaret edilmekle birlikte, bu konuda önceki CMUK’ta yasal bir düzenleme bulunmamaktaydı. Hukukumuzda ilk kez söz konusu tedbir, 1999 yılında yürürlüğe giren 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu’nun (ÇASÖMK) 2. maddesi ile “iletişimin dinlenmesi ve tesbiti” başlığı altında yasal bir düzenlemeye kavuşturulmuştur. 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girecek olan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK), anılan tedbir, “telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi” başlığı altında 135 ve devamı maddelerinden itibaren yeniden düzenlemeye kavuşturulmuş bulunmaktadır. Her ne kadar CMK’da, ÇASÖMK’ün buna ilişkin hükümlerinin yürürlükten kaldırıldığı konusunda açık bir düzenlemeye yer verilmiş değil ise de; CMK, sonraki kanun olarak yürürlüğe girdiği 1 Nisan 2005 tarihinden itibaren ÇASÖMK’teki düzenlemeler örtülü olarak yürürlükten kalkmış olacaktır. Bundan başka yine aynı tarihte yürürlüğe girecek olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 137 ve devamı maddeleri ile de haberleşme özgürlüğüne yönelik hukuka aykırı müdahalelere karşı ceza hukuku güvencesi getirilmiştir.
§ 2. AMACI
Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesine, ceza muhakemesi dışında önleyici amaçla ve istihbarat amacıyla da başvurulabilmektedir. CMK’da söz konusu tedbirin uygulanması, “bir suç dolayısıyla” ceza soruşturması yapılması koşuluna bağlı tutulduğu için, ceza muhakemesi hukuku açısından bu yetkinin, delil elde etmek amacıyla halen işlenmiş olan bir suçun koğuşturmasıyla sınırlı olduğu söylenebilir. Böylece söz konusu tedbirin bastırıcı niteliği açığa kavuşturulmuş; bunun dışındaki bir amaçla tedbire başvurma olanağı ortadan kaldırılmıştır.
Öte yandan bu tedbirin uygulanması suretiyle elde edilen bilgiler, hangi amaçla elde edilmiş ise, ancak o amaç çerçevesinde kullanılabilir ve öngörülen amaç dışında başka bir amaçla bu bilgilerden yararlanılması olanaksızdır (“amaca bağlılık ilkesi“). Bu tedbire başvurmak suretiyle elde edilen bilgilerden, bir başka suçun aydınlatılması amacıyla yararlanılıp yararlanılamayacağı tesadüfen ele geçen delillerin değerlendirilmesi başlığı altında aşağıda ayrıca açıklanacaktır.
Konumuzla ilgili olmamakla birlikte, gerek önleme ve gerekse istihbarat amacıyla bu tedbire başvurulmasına ilişkin koşulları açıkça düzenleyen bir yasa mevcut olmadığını da vurgulamak gerekir. Oysa AİHM kararlarına göre, bu tedbire ancak tedbirin kötüye kullanılmasına karşı etkili ve uygun garantiler öngörülmesi ve koşullarının kanunda açıkça düzenlenmesi koşuluyla başvurulabilir. Bu yüzden önleme ve istihbarat amacıyla bu tedbire başvurulabilmesi için gerekli koşulları gösteren yasal düzenlemelere gereksinim vardır.
§ 3. UYGULANMA KOŞULLARI
1.      Maddi Koşullar
A- Suç Şüphesi
a- Suç
AIHM kararlarında da vurgulandığı gibi, telekomünikasyon araçlarıyla yapılan iletişimin denetlenmesi tedbirine “ancak demokratik kurumları korumak bakımından mutlak zorunluluk bulunması” koşuluyla başvurulabilir. Bunun sonucu olarak da tedbirin uygulama alanına girecek suçların sınırlı tutulması zorunludur. Nitekim aşağı yukarı bütün batı Avrupa ülkelerinde bu tedbire başvurmak için belirli suç grupları veya fiilin ağırlığı veya işlenme biçimi bakımından belirli koşullar aranmak suretiyle bu gereklilik göz önünde bulundurulmaktadır.
CMK m. 135/6’da bu tedbirin uygulama alanı, katalogda yer alan suçlarla sınırlandırılmıştır. Söz konusu tedbirin, ilk planda amacının organize suçlulukla daha etkili mücadele olduğu, ancak organize suçluluğun, üzerinde herkesin uzlaştığı bir tanımı bulunmadığı göz önünde bulundurulduğunda, bunun gerek normun açıklığı ve gerekse oranlılık ilkesi açısından bünyesinde barındıracağı sakıncalar göz ardı edilmemekle birlikte, değişen suç stratejilerine uyum sağlamak için katalogun esnek biçimde formüle edilmesi zorunlu görünmektedir.
CMK m. 135/6’da sayılan suçlara teşebbüs ve iştirak söz konusu olduğunda da, bunlar suçun özel bir görünüş biçimi olduğu için, tedbirin uygulanması bakımından suçun teşebbüs aşamasında kalması veya iştirak halinde işlenmesi önem taşımaz. Bununla birlikte her halde bu suçların hazırlık aşamasında anılan tedbire başvurulması olanaksızdır.
ÇASÖMK’de, hakkında gizli soruşturma tedbirlerine başvurulacak suçlar açısından, karşılaştırmalı hukukta olduğunun aksine, ne katalog tarzı bir çözüm yolu öngörülmüş, ne de suçların ağırlığına göre bir ayırıma gidilmişti. Anılan kanunun 2. maddesinde düzenlenen “iletişimin dinlenmesi ve tespiti” tedbirinin uygulanması, bu kanunda öngörülen bir suçun bulunması koşuluna bağlı tutulmakta, 16. maddede bazı suçlar ayrıca gösterilmiş bulunmaktaydı. Oysa bu kanunda “çıkar amaçlı suç örgütü” suçunu tanımlayan 1. madde, belirlilik ilkesinin gereklerine uygun olmadığı için, bu tedbirin uygulanabileceği suçları, önceden kesin biçimde ortaya koyma olanağı da bulunmamaktaydı. Buna karşılık CMK m. 135/6, suç kataloguna bir esneklik getirmemiş, yalnızca tek tek sayılmak suretiyle gösterilen suçlar bakımından bu tedbirin uygulanmasına olanak sağlamıştır. Bu bağlamda söz gelimi suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu (YTCK m. 220) veya silahlı örgüt suçu (YTCK m. 314) için bu tedbire başvurulabildiği halde, bu örgütler bünyesinde işlenen suçların aydınlatılması için, bunlar CMK m. 135/6’da sayılan diğer suçlar arasında açıkça gösterilmiş olmadıkça, bu tedbire başvurulamayacaktır.
b- Şüphe
Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi tedbirine başvurulabilmesi için hangi şüphe derecesinin aranacağı konusunda karşılaştırmalı hukuk, iki ayrı çözüm modeli sunmaktadır. Bazı kanunlar, bu tedbir için aranan şüphe derecesi konusunda özel bir gereklilik öngörmemekte iken, bazı kanunlar hangi şüphe derecesinin aranacağını ayrıca belirtme yoluna gitmektedirler. Nitekim Alman CMK § 100a’da, bu tedbire başvurmak için belirli olguların katalogda yer alan bir suçun işlendiği şüphesine dayanak oluşturması aranmaktadır. Söz konusu tedbirin uygulanması için, faillik olasılığının yüksek olması anlamında kuvvetli şüphenin bulunması gerekmediği gibi; kamu davasının açılması için gerekli olan ve hazırlık soruşturması sonunda sanığın mahkum olmasının beraat etmesine göre daha yüksek bir olasılık oluşturması anlamında yeterli şüphenin mevcudiyeti gerekli görülmemektedir. Bunun da nedeni, belirtilen şüphe yoğunluklarına ancak tedbir uygulandıktan sonra ulaşılabilecek olmasıdır. Buna karşılık Avusturya CMK § 149a I b. 2 uyarınca tedbire, belirli ve somut bir fiil işlenmiş olduğu yönünde kuvvetli suç şüphesi varsa, ancak bu durumda karar verilebilecektir. Öğretide bu düzenleme, tedbirin uygulama alanına önemli ölçüde sınırlama getirdiği ve ileride kuvvetli şüphe kavramının içinin boşalması sonucuna yol açacağı gerekçesiyle eleştirilmiştir.
ÇASÖMK m. 2/2, bu tedbire ilişkin kararın ancak kuvvetli belirtilerin varlığı halinde verilebileceğini belirtmişti. CMK m. 135/1’de ise “suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı” aranmıştır. Önceki kanundan farklı olarak burada belirtiden değil de, şüpheden söz edilmesinin özel bir amacının bulunup bulunmadığı anlaşılamamaktadır. Şayet buradaki kuvvetli şüphe deyimi, sanığın mahkum edilmesi konusunda yüksek bir olasılık bulunduğu biçiminde anlaşılacak olursa, bu aşamada tedbire başvurmak, oranlılık ilkesi açısından yerinde olmaz. Çünkü sanık hakkında onun büyük olasılıkla mahkum edilmesini gerektirecek yoğunlukta delile ulaşıldığına göre, artık bu tedbire başvurma gereği de kalmaz. Kanaatimizce haberleşme özgürlüğüne ağır müdahale oluşturan bu tedbirin tam olarak ortaya konulamayan ve sınırı çizilemeyen basit şüpheye dayanarak kötüye kullanılmasını önlemek kaygısıyla böyle bir düzenlemeye yer verilmiş ise ede, bu tür kaygılar söz konusu tedbiri uygulanmaz duruma da getirmemelidir. Tedbire başvurulabilmesi için “kuvvetli şüphe” zorunluluğu aranması, aynı zamanda, tedbire, “başka yolla delil elde edilmesi olanağının bulunmaması” biçimindeki gereklilikle de (CMK m. 135/1) bağdaşmamaktadır. Çünkü kuvvetli şüphe bulunması, çoğu durumda “başka yolla elde edilmiş” delillerin de zaten mevcut olduğu anlamına gelmektedir.
Her halde koğuşturma organlarının, somut bir tutanak noktası mevcut olmaksızın bu tedbire başvurmaları yasak olup, kriminalistik varsayımlar, olayın istatistik sıklığı veya genel yaşam deneyimleri bu tedbire başvurmak için yeterli değildir.

B- İkinci Derecede Uygulanabilirlik

Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi tedbirin haberleşme özgürlüğüne ağır müdahale oluşturması nedeniyle, oranlılık ilkesinin somut bir görünümü olarak ikinci derecede uygulanabilirlik koşulun yer verilmektedir. Bu koşul, aynı amaca hizmet eden iki tedbir arasında öncelik-sonralık ilişkisini ifade eder ve aynı suçu aydınlatmak üzere başvurulabilecek birden fazla tedbir arasında bir karşılaştırma yapılmasını ve bunlardan en ılımlısı hangisi ise onun seçilmesini gerektirir. Nitekim CMK m. 135/1’de, bu tedbire başvurmak için “başka suretle delil elde edilmesi olanağının bulunmaması” koşuluna yer verilmek suretiyle bu tedbirin diğer tedbirlere göre ikincil olduğu vurgulanmak istenmiştir.
Buna göre, bu koşulun gerçekleşmiş sayılabilmesi için, soruşturmanın başında veya soruşturma sürerken başka bir tedbire başvurulması durumunda olayın aydınlatılmasını olanaksız kılan bir engel ile karşılaşılmalıdır. Her halde başka bir tedbire başvurmanın sonuca ulaşmayı güçleştirecek olması, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin dinlenmesi tedbirine başvurmak için yeterli değildir. Bu koşul, tedbire ilişkin karardan önceden belirli bir varsayıma dayanılmasını gerektirir. Başka bir anlatımla, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin dinlenmesi tedbirine karar vermeden önce diğer tedbire başvurulmuş ve bundan sonuç alınmamış olması gerekmez; bunlara başvurulduğunda sonuç alınamayacağı konusunda bir beklentinin varlığı yeterlidir. Bu yüzden de, bu koşulun, tedbirin uygulama alanını sınırlandırmak bakımından etkisi azdır.
Salt gizli olması yüzünden kötüye kullanma tehlikesi yaratan telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi ile, arama, elkoyma, tutuklama gibi diğer geleneksel koruma tedbirleri arasında öncelik-sonralık ilişkisi vardır ve aynı ölçüde olayı aydınlatma şansı bulunan diğer koruma tedbirleri, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesine göre bir önceliğe sahiptir.
Burada üzerinde durulması gereken diğer bir sorun da, bu tedbir ile, gizli görevli kullanma (CMK m. 139) ve teknik izleme tedbirleri (CMK m. 140) arasında da öncelik-sonralık ilişkisinin bulunup bulunmadığıdır. Gerçekten “başka suretle delil elde edilmesi olanağının bulunmaması” koşuluna bu tedbirler bakımından da kanunda açıkça yer verilmektedir. Kanaatimizce oranlılık ilkesinin gereği olarak somut olayda bu tedbirlerden hangisi aynı sonuca ulaşmak bakımından, temel hak ve özgürlüklere daha az müdahale oluşturuyorsa, o tedbire öncelik tanınmalıdır. Ancak bu durum, gerektiğinde her üç tedbire aynı olayda birlikte başvurulabilmesine de engel değildir.
Sonuç olarak kanunun ikinci derecede uygulanabilirlik açısından öngördüğü gereklilikler yerindedir. Ancak hemen belirtelim ki, temel hak ve özgürlüklere yönelik müdahalenin ağırlığına göre gizli soruşturma tedbirlerinin uygulanma koşulları ve öngörülen muhakeme güvenceleri açısından bir ayırıma gidilmemiş ise de; yine de, bizzat gizli soruşturma tedbirleri arasında da, müdahalenin yoğunluğuna göre bir öncelik-sonralık sırasının izlenmesi, oranlılık ilkesinin bir gereğidir.

C- Tedbirle İlgili Olan Kişiler

Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin dinlenmesi tedbiri esas itibariyle sanık ve şüpheliye yönelik olarak uygulanır (CMK m. 135/1). Buradan da anlaşılacağı üzere, tedbire başvurmak için muhakemenin hangi aşamasında bulunulduğu önem taşımaz. Bununla birlikte hazırlık soruşturmasından sonra “koğuşturmaya yer olmadığı kararı” verilmiş ise, artık “şüpheli”den söz edilemeyeceği için bu karardan sonra aynı kişiye yönelik olarak bu tedbire başvurulamaz. Nitekim CMK m. 137/3’de “şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi” durumunda tedbire son verileceği belirtilmek suretiyle bu husus vurgulanmıştır. Kesin karardan sonra da, bu ister beraat, isterse mahkumiyet biçiminde olsun, şüphe ortadan kalktığı için tedbire başvurulmasına olanak yoktur.
Bu tedbir, konuşmanın karşı tarafı örneğinde olduğu gibi, etkisini kaçınılmaz olarak, koğuşturulan suçla ilgili olmayan üçüncü kişiler üzerinde de gösterir. Bu durum tedbire başvurulmasını engellemez ise de, bunun için somut olgulara dayanan bir şüphe bulunan bir veya birden fazla kişi hakkında hazırlık soruşturmasına başlanmış olmalıdır.
Üçüncü kişinin tanıklıktan çekinme hakkına veya zorunluluğuna sahip olması (CMK m. 45, 46) olması, tedbire başvurulmasını engeller mi? İletişimin denetlenmesi konusunda tanıklıktan çekinme yetkisine sahip olanlar için Alman CMK’da özel bir düzenleme yoktur. Öğretide akrabalık ilişkisine dayanarak tanıklıktan çekinme hakkına sahip olanlar ile meslek gereği tanıklıktan çekinme hakkına sahip olanlar arasında bir ayırıma gidilmekte, ilk durumda tedbire başvurulabileceği genellikle kabul edilmektedir. Ancak her halde şüpheli veya sanık ile müdafi arasında geçen konuşmaların, eğer müdafiin soruşturmaya konu suça iştirak etme şüphesi yoksa, dinlenemeyeceği sonucuna varılmaktadır.
ÇASÖMK’ten farklı olarak CMK m. 135/2’de “şüphelinin tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz” denilmek suretiyle konuşmanın karşı tarafının tanıklıktan çekinme yetkisine sahip olması durumunda, tedbire başvurulması olanağı ortadan kaldırılmıştır. Ne var ki, getirilen düzenleme, birçok yönden eleştiriye açıktır. Öncelikle hükümde niçin yalnızca “şüpheli”den söz edildiği anlaşılamamıştır. İkinci olarak anılan hüküm, karşılaştırmalı hukuktaki eğilime aykırı olarak, salt kişisel nedenlerle tanıklıktan çekinme yetkisine sahip olanlar (CMK m. 45) bakımından da bir denetleme yasağı getirmektedir. Üçüncü olarak hükümden, böyle bir durumda, iletişimin yalnızca “kayda alınamayacağı”ndan söz edildiği için, CMK m. 135/1 anlamında “dinleme ve tespit yapılabilmesine” bir engel olmadığı sonucu da çıkarılabilir. Dördüncü olarak da, şüpheli veya sanığa yüklenen suç dolayısıyla “müdafiin bürosu, konutu ve yerleşim yerindeki telekomünikasyon araçları hakkında”, m. 135’in uygulanamayacağı doğrultusundaki düzenlemenin içeriği ve m. 135/2 karşısında ne gibi pratik öneminin bulunduğu belirsiz kalmaktadır. Gerçekten CMK m. 46’da avukatların tanıklıktan çekinme yetkisine sahip olduğu ve CMK m. 135/2’nin müdafileri de kapsadığı düşünülecek olursa, müdafiin yalnızca “bürosu, konutu ve yerleşim yerindeki” telekomünikasyon araçları hakkında m. 135’in uygulanamayacağının belirtilmesinin de bir anlamı kalmamaktadır.
Hemen belirtelim ki, tedbire başvurulduğu sırada üçüncü kişi ile şüpheli veya sanık arasındaki ilişkinin bu nitelikte olup olmadığı belli olmayabilir. Bu durum, tedbire başvurulmasını engellemez ise de, sonradan ilişkinin bu nitelikte olduğu ortaya çıkarsa, artık bu durumda tedbirin uygulanmasına devam edilmesine olanak olmadığı gibi, o ana kadar elde edilmiş olan bilgilerin delil olarak kullanılması da olanaksızdır. Nitekim CMK m. 135/2 c.2’de “kayda alma gerçekleştikten sonra bu durumun anlaşılması hâlinde, alınan kayıtlar derhâl yok edilir” denilmek suretiyle buna işaret edilmiştir.
2. Biçimsel Koşullar

A- Tedbire Karar Verme Yetkisi ve Kararın İçeriği

a) Karar Verme Yetkisi
Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, haberleşme özgürlüğüne ağır müdahale oluşturduğu için, hakim kararı veya onayı aramak suretiyle özel bir koruma sağlanması zorunludur. Hakim kararı veya onayı, dengeleme işlevi görmekte ve bundan başka önleyici bir hukuki koruma sağlamaktadır. Karşılaştırmalı hukukta da genellikle tedbire karar verme konusunda yetki hakime ve hatta hakimler kuruluna tanınmakta; ancak gecikmede tehlike durumunda ikinci derecede savcılık da karar verme yetkisine sahip bulunmaktadır. Fakat her halde doğrudan kolluğa tedbire karar verme yetkisi verilmemektedir. Tedbire, savcı tarafından karar verilmesi durumunda belli bir süre içinde kararın hakimin onayına sunulması aranmakta; aksi takdirde kararın hükümsüz kalacağı öngörülmektedir.
ÇASÖMK m. 2/4’de olduğu gibi, CMK m. 135/1’de de, tedbirin bireyin temel hak ve özgürlüklerine ağır müdahale oluşturduğu gerçeği, bu tedbirler için kural olarak hakim kararı aranmak suretiyle teyid edilmiştir. Cumhuriyet savcısının karar verme yetkisi, her halde gecikmesinde sakınca bulunan durumlarla sınırlıdır. Kanunda, kolluğa, tedbire karar verme yetkisi tanımaması, karşılaştırmalı hukuktaki eğilime de uygundur ve yerindedir. Öte yandan tedbire C. Savcısı tarafından karar verilmesi durumunda “C. Savcısı kararını derhal hakimin onayına sunar ve hakim, kararını en geç yirmidört saat içinde verir” (CMK m. 135/1 c.2). Getirilen düzenleme, hakim için 24 saat içinde kararı onaylama zorunluluğu öngörmekle birlikte, C. Savcısının belirli bir süre içinde değil, “derhal” kararı hakim onayına sunması gibi bir zorunluluk içermektedir. Bu durumda tedbire ilişkin C. Savcısı kararının söz gelimi 3 gün sonra da hakim onayına sunulması mümkün gözükmektedir. Bu açıdan ÇASÖMK m. 2/5 c. 3’de yer verilen, "hakim kararı olmaksızın yapılan bu işlemlerin 24 saat içinde hakim kararına bağlanması şarttır" yönündeki düzenleme, CMK m. 135/1 c.2’deki düzenlemeye göre daha isabetli görünmektedir. Gerçekten süre açısından getirilen sınırlamanın uygulamada işlevini yitirmemesi için, hem C. Savcısının kararının hakime sunulması ve hem de bu kararın hakim tarafından onaylanması işleminin 24 saatlik süre içinde yapılması zorunluluğuna yer verilmesi daha yerinde olurdu. Ayrıca bu düzenlemenin, “yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden kalkar” yönünde bir düzenleme içeren Anayasanın 20/1 c.2 hükmüne uygunluğu da tartışma götürür.
Burada üzerinde durulması gereken diğer bir konu da, C. Savcısı tarafından verilen kararın sonradan hakim onayına sunulmamış veya sunulmuş olmakla birlikte bu kararın hakim tarafından onaylanmamış olması durumunda, bu süre içinde elde edilen bilgilerin delil olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. CMK m. 135/1 c.3’de “sürenin dolması veya hakim tarafından aksine karar verilmesi halinde tedbir Cumhuriyet savcısı tarafından derhal kaldırılır” denilmiş, ancak bu süre içinde elde edilen bilgilerin delil olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği sorusuna açık bir yanıt verilmemiştir. Tedbire başvurulması için gerekli koşulların mevcut olmadığı veya bu süre içinde ortadan kalktığı gerekçesiyle savcı tarafından verilen kararın hakim onayına sunulmaması veya sunulmuş olmakla birlikte hakim tarafından onaylanmaması durumunda, aksi yönde yapılacak bir yorum, zaman içinde hakim onayı zorunluluğunun dolaşılması sonucuna yol açacağından, bu süre içinde elde edilmiş olan bilgilerin değerlendirilemeyeceği kanısındayız.
Nihayet tedbire karar veya onay veren hakimin yetkisinin, yalnızca tedbirin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup olmadığı da yanıtlanması gereken diğer bir sorundur. Her ne kadar öğretide hakimin, tedbirin amaca uygun olup olmadığı yönünde bir değerlendirme yapamayacağı ileri sürülmekte ise de, tedbire başvurabilmek için “başka suretle delil elde edilmesi olanağının bulunmaması” arandığından ve bu yönde bir değerlendirme yapmak, tedbirin amaca uygunluğu yönünde bir değerlendirme yapılmasını gerekli kıldığından, bu görüşe katılma olanağı göremiyoruz.
b- Kararın Biçimi ve İçeriği
Karşılaştırmalı hukukta kararın biçimi ve içeriği açısından, kararın yazılı olarak verilmesi ve kararda, kendisine suç isnad edilen sanığın adı ve adresine ve tedbire başvurma nedenine ilişkin yeterli bilgi verilmesi, tedbirin türü, kapsamı ve süresinin de somut olarak belirlenmesi ve olabildiğince sınırlandırılması zorunluluğu aranmaktadır. Nitekim CMK m. 135/3 c.1’de “kararda, yüklenen suçun türü, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, telefon numarası veya iletişim bağlantısını tespite olanak veren kodu, tedbirin türü, kapsamı ve süresi belirtilir” denilmek suretiyle bu hususa işaret edilmiştir. Bize göre sayılanlar dışında, şüpheli veya sanığa yüklenen fiilin CMK m. 135/6’da sayılan suç tanımlarından birisine uyduğunu ve suçun aydınlatılmasının başka türlü mümkün olmadığını gösteren olgular yanında ayrıca şüpheli veya sanığın söz konusu fiili işlediği veya buna iştirak ettiğine dayanak oluşturan şüphe nedenleri ile tedbire savcı tarafından karar verilmesi durumunda gecikmede sakınca bulunduğunu gösteren olgular, tedbire başlama ve sona erme tarihi ve saatinin mutlaka kararda gösterilmesi gerekir.

B- Kararın Yerine Getirilmesi

Diğer koruma tedbirlerinde olduğu gibi, telekomünikasyon yoluyla yapılan haberleşmenin denetlenmesi tedbiri de, savcılık ve onun yardımcı organı olan kolluk tarafından yerine getirilmektedir. Başka bir anlatımla bu tedbirin yerine getirilmesi açısından özel yetkili kurumlar oluşturulmuş değildir (CMK m. 137/1). Bununla birlikte bu tedbirin yerine getirilmesi için aynı zamanda haberleşme hizmeti sunan kurumlar için de bazı yükümlülükler getirilebilmektedir. Nitekim CMK m. 137/1 uyarınca “C. Savcısı veya görevlendireceği adlî kolluk görevlisi, telekomünikasyon hizmeti veren kurum ve kuruluşların yetkililerinden iletişimin tespiti, dinlenmesi veya kayda alınması işlemlerinin yapılmasını ve bu amaçla cihazların yerleştirilmesini yazılı olarak istediğinde, bu istem derhâl yerine getirilir” denilmektedir. ÇASÖMK’te bu kuruluşların koğuşturma organları ile işbirliğine yanaşmaması durumunda, bu kuruluşları işbirliğine zorlamaya yönelik herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiş iken, CMK m. 137/1 istemin yerine getirilmemesi durumunda zor kullanılabileceğini açıkça öngörmüş bulunmaktadır.
Uygulamada genellikle konuşmanın dinlemeye alınması ile yetinilmemekte; önce konuşma otomatik olarak kaydedilmekte ve daha sonra da (gerektiğinde parça parça) yazılı olarak tutanağa geçirilmektedir. Nitekim CMK m. 137/2’de “tutulan kayıtlar, C. Savcılığınca görevlendirilen kişiler tarafından çözülerek metin haline getirilir. Yabancı dildeki kayıtlar, tercüman aracılığı ile Türkçe'ye çevrilir” yönünde bir düzenlemeye yer verilmiştir. Karşılaştırmalı hukukta, kayıtların tutanağa aktarılması aşamasında ekleme ve çıkarma yapılması veya konuşmanın anlaşılmayan yerlerinin atlanması bakımından ortaya çıkabilecek anlam sapmalarının önüne geçebilmek için, tedbirin ön denetimini yapmaya yetkili bağımsız bir hakimlik kurumuna yer verilmesi gerekliliğinden söz edilmekte; öyle ki, bazı ülkelerde, elde edilen bilgileri inceleme yetkisi ve fakat hakkında tedbir uygulanan kişiye karşı susma yükümlülüğü altında olan ve ilgilinin haklarını gözetmekle görevli bir müdafilik meydana getirilmiş bulunmaktadır.

3. Tedbirin Süresi, Sona Ermesi ve Dokümanların Yok Edilmesi

A- Süre

Karşılaştırmalı hukukta genellikle telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin dinlenmesi tedbiri, bir ayla altı ay arasında olmak üzere belirli bir süreyle sınırlandırılmaktadır. Gerçekten tedbirin kısa süreli olması kriminalistik açıdan istenen sonuç vermeyeceği gibi; uzun süre devam edecek bir tedbir de oranlılık ilkesi açısından kabul edilemez. Söz gelimi Almanya'da uzakla haberleşmenin denetlenmesine ilişkin karar ancak üç ay süreli olarak verilebilmektedir. Bununla birlikte, tedbirin uygulanmasına ilişkin koşullar bulunmaya devam ettiği sürece, her defasında 3 ayı geçmemek üzere bu süre uzatılabilir ve hatta birden fazla uzatma da mümkündür. Uzatma kararını vermeye, (hazırlık soruşturmasında) savcılığın talebi üzerine münhasıran hakim yetkilidir (Alman CMK § 100b II c.2).
Karşılaştırmalı hukuktaki düzenlemeye uygun olarak ÇASÖMK m. 2/6, söz tedbirin uygulanmasını üç aylık süre ile sınırlandırmış, bu sürenin her defasında üçer aydan fazla olmamak üzere uzatılması olanağına da yer vermişti. Kanunda sürenin en çok iki defa uzatılabileceği belirtilmiş olduğu için, tedbirin azami süresi dokuz ayı geçemiyordu. CMK m. 135/3 c.2 de kararın en çok üç ay için verilebileceğini ve bu sürenin ancak bir defa uzatılabileceğini öngörmüştür. Buna göre CMK uyarınca uzatma ile birlikte kararın süresi 6 ayı geçemeyecektir. Oysa karşılaştırmalı hukukta genellikle sürenin sınırsız olarak uzatılması olanağına yer verilmektedir. Bu düzenleme karşısında uzatma ile birlikte toplam 6 aylık sürenin dolması durumunda, söz gelimi suç örgütünü en üst düzeyde yöneten elebaşılara ulaşma olanağı bulunmasına rağmen, tedbire son verilmesinin gerekmesi nedeniyle, yerinde olmadığı açıktır. Ancak öte yandan tedbire ilişkin kararın sınırsız olarak uzatılmasına olanak verilmesi durumunda da süreye ilişkin getirilen sınırlamanın uygulamada hiçbir anlam taşımayacağı söylenebilir. Bu yüzden ÇASÖMK’te olduğu gibi hiç olmazsa kararın süresinin iki kez uzatılmasına olanak sağlanması daha isabetli olurdu.
Öte yandan uzatma kararı verilebilmesi için, tedbire başvurulabilmesi için gerekli koşulların halen mevcut olması ve mevcut olduğunun da uzatma kararında açıkça gösterilmesi gerekir. Aksi durumda süre açısından getirilen sınırlamanın gereksiz ve keyfi biçimde göz ardı edilmesine açık kapı bırakılmış olur.
CMK’da, üç aylık sürenin, hangi andan itibaren başlayacağı konusunda açık bir düzenlenme bulunmamaktadır. Kanaatimizce bu sürenin kararın verildiği andan itibaren işlemeye başlayacağı kabul edilmelidir. Eğer sürenin, kararın uygulanmasına başlandığı tarihten itibaren işlemeye başlayacağı kabul edilirse, tedbiri uygulama durumunda olan kolluğun tedbirin süresini istediği andan itibaren başlatabilmesine ve böylece tedbirin uygulamada kötüye kullanılmasına olanak sağlanmış olur. Ne var ki, CMK m. 135/1 c. 2’de yer verilen “işlemin başladığı ve bitirildiği tarih ve saat … tutanakla saptanır” yönündeki hüküm, sürenin, kararın uygulanmaya başlandığı andan itibaren başlayacağı sonucuna varmaya da elverişlidir.
Belirli bir süre uygulanan tedbire,  koşulları ortadan kalktığı gerekçesiyle son verilmiş ise, sonradan koşulları gerçekleştiği için aynı şüpheli veya sanık hakkında aynı suç nedeniyle tedbire yeniden karar verilemeyeceği düşüncesindeyiz. Gerçekten CMK m. 135/3 c.2’den, üç aylık süre ile uzatma süresi arasında bir kesinti olmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık şüpheli veya sanığın CMK m. 135/6’da öngörülen bir başka suçu işlediği veya buna iştirak ettiği şüphesine dayanarak, tedbire yeniden karar verilebilmesine de bir engel yoktur. Bunun  gibi, uzatma ile birlikte 6 aylık süre dolduktan sonra aynı kişi hakkında aynı suçtan dolayı bu tedbire başvurulmasına olanak bulunmadığı düşüncesindeyiz. Aksi yorum, kanunun süreye ilişkin olarak getirdiği güvencenin işlevsiz kalmasına yol açar.

B- Sona Ermesi

Telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesi tedbirine ancak belirli bir süre için karar verilebileceğine göre, öncelikle bu sürenin bitmesi durumunda tedbire ilişkin karar kendiliğinden hükümsüz kalır. Bu durumda tedbirin uygulanmasına derhal son verilmelidir; aksi takdirde sürenin dolmasından sonra elde edilecek bilgilerin delil olarak değerlendirilmesine olanak yoktur. Nitekim CMK m. 135/1 c.3’te sürenin dolması veya C. Savcısı tarafından verilen kararın hakim tarafından sonradan onaylanmaması, tedbire son verilmesini gerektiren bir neden olarak düzenlenmiştir. Kanaatimizce böyle bir durumda C. Savcısı tarafından tedbirin kaldırılması kararı verilmesine gerek olmaksızın, tedbire kendiliğinden son verileceğinin öngörülmesi daha yerinde olurdu.
Tedbire belirli bir süreyle karar verilmiş olması, bu sürenin sonuna kadar tedbirin uygulanabileceği anlamına gelmez. Gerçekten eğer henüz süre sona ermeden, tedbirin uygulanmasına ilişkin koşullardan birisi ortadan kalkmış ise, tedbirin uygulanmasına derhal son verilebilmesi gerekir. Söz gelimi tedbire başvurulmasını gerektiren suçun, CMK m. 135/6’da sayılan suçlardan birisinin olmadığının anlaşılması, başka yolla da tedbirden beklenen sonuca ulaşılabilme olanağının ortaya çıkması, şüpheli veya sanığın suçu işlediği veya iştirak ettiğine ilişkin şüphenin ortadan kalkması  tedbirin gecikmeksizin sona erdirilmesini gerektirir. Nitekim karşılaştırmalı hukukta, kanunda öngörülen  koşulların sonradan ortadan kalkması veya suçun aydınlatılması için tedbire artık gerek duyulmaması durumunda tedbire son verilmesi doğrultusunda hükümlere yer verilmektedir (Avusturya CMK § 149e V, Alman CMK § 100b II, 100d).
CMK m. 137/3 c. 1, m. 135/1 c. 3’deki sona erme nedenlerinden birisini tekrarlamakta (“hakim onayının alınmaması”), bunun yanında tedbire son verme nedeni olarak “kararın uygulanması sırasında şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi”nden söz etmektedir. Kanaatimizce bu düzenleme yerinde değildir; çünkü tedbirin uygulanmasına ilişkin koşullar, koğuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararın verilmesinden önce de ortadan kalkmış olabilir. Bu nedenle “tedbirin uygulanmasına ilişkin koşullardan birisinin sonradan ortadan kalkması”na bir sona erme nedeni olarak yer verilmesi daha isabetli olurdu.

C- Elde Edilen Bilgilerin Yok Edilmesi Yükümlülüğü

Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi sonucu elde edilen bilgilerin amaç dışı kullanılmasını önlemek için, tedbirin uygulanmasından sonra, artık gerek duyulmayan ve bu tedbirlerin hukuka aykırı olarak uygulanması sonucu elde edilmiş olan bilgilerin yok edilmesi gerekir. Bunun sonucu olarak karşılaştırmalı hukukta AIHM’nin Kruslin/Huvig kararının da etkisiyle tedbire artık gerek kalmadığı takdirde elde edilen bilgilerin yok edilmesi yükümlülüğüne yer verilmektedir. Söz gelimi Alman CMK § 100b, ceza koğuşturması için artık gerekli değilse, tedbire başvurulması sonucu elde edilen bilgilerin yok edilmesi yükümlülüğü öngörmektedir. Öte yandan Almanya’da yok etme yükümlülüğünün ne zaman yerine getirileceği konusunda somut olarak bir süre öngörülmemekte, bu yükümlülüğün gecikmeksizin yerine getirileceğinden söz edilmektedir. Yok etmeye ilişkin aranan koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği konusundaki kararı -hazırlık soruşturmasında- savcılık vermekte; kolluk da onun gözetim ve denetimi altında bu bilgileri yok etme yoluna gitmektedir.
Yok etme yükümlülüğünün yerine getirilmesi için önemli bir güvence de, elde edilen bilgilerin hangi organ nezdinde saklanacağıdır. Almanya'da tedbire ilişkin karar ve diğer bilgiler savcılık nezdinde saklanmaktadır.
CMK m. 137/3 c. 2’de tedbir uygulanması sonucu elde edilen bilgilerin savcının denetimi altında yok edileceği öngörülmüş ve bu yükümlülüğün yerine getirilmesi, “tedbire son verilmesi” koşuluna bağlanmıştır. Yukarıda da değinildiği üzere, tedbire son verilmesi “koğuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesi” veya “hakim onayının alınmaması  koşuluna bağlı olduğundan, bunun dışındaki durumlarda, söz gelimi sanık hakkında açılan kamu davası sonucunda beraat kararı verilmesi durumunda yok etme yükümlülüğünün söz konusu olamayacağı sonucuna varılabilir. Oysa kanaatimizce karşılaştırmalı hukukta olduğu gibi, tedbire gerek kalmadığı her durumda, yok etme yükümlülüğünün söz konusu olacağı yönünde bir düzenlemeye yer verilmesi daha isabetli olurdu. Öte yandan CMK’da dokümanların savcının denetimi altında yok edileceğinden söz edilmiş ise de, bu denetimin nasıl yapılacağı açık değildir.

§ 4. İLGİLİYE HABER VERME VE YARGISAL DENETİM

1. İlgiliye Haber Verme

Hukuksal korunma güvencesinin (Any. m. 36) etkili olarak gerçekleşmesi, tedbirin uygulanmasından sonra ilgiliye, hakkında tedbir uygulandığı konusunda bilgi verilmesini gerekli kılmaktadır. Gerçekten çoğu açık biçimde uygulanan geleneksel koruma tedbirlerinden farklı olarak, bu tedbire ilişkin karar ve işlemler gizli yürütüldüğü için, ilgili, tedbirin uygulanmasından önce veya uygulandığı sırada hakkında böyle bir tedbire başvurulduğunu bilememekte; bu durum, onun hukuksal korunma güvencesinden de fiilen yararlanamaması sonucuna yol açmaktadır. İlk bakışta telekomünikasyon yoluyla yaptığı iletişimi denetlenen kişiye hakkında tedbir uygulandığından bilgi verilmesinin tedbirin gizli olma niteliğiyle bağdaşmadığı izlenimi uyanabilir. Nitekim CMK m. 135/5’te, “bu madde hükümlerine göre alınan karar ve yapılan işlemler, tedbir süresince gizli tutulur” denilmektedir.  Burada ise, sanığın muhakemenin gidişine aktif olarak etkide bulunma olanağına sahip olması zorunluluğunun bir sonucu olarak tedbirin uygulanmasından sonra olabildiğince erken ve kapsamlı olarak ilgiliye hakkında tedbir uygulandığı konusunda bilgi verilmesi söz konusudur. Öyle ki, yalnızca şüpheli veya sanığa değil, haberleşmenin karşı tarafı örneğinde olduğu gibi, tedbirle ilgili olan üçüncü kişilere de, bu kişiler biliniyor ve soruşturmanın amacı tehlikeye düşmeyecekse, bilgi verilmesi gerekir.
Nitekim Almanya'da uzakla haberleşmenin denetlenmesi tedbirinin uygulanmasından sonra ilgiliye haber verilmesi zorunluluğu öngörülmüş, ancak bunun için  soruşturmanın amacının tehlikeye düşmeyecek olması” koşulu aranmıştır (Alman CMK § 101). Almanya'da haber vermeye yetkili organ savcılık olup,  yükümlülüğün kapsamına yalnızca şüpheli veya sanık değil, tedbirden etkilenen üçüncü kişilerin de gireceği öngörülmüştür.
ÇASÖMK’de, hakkında tedbir uygulanan kişiye sonradan bilgi verileceği yönünde bir düzenlemeye yer verilmiş değildi. İlgilinin, hukuka aykırı olduğunu düşündüğü karara karşı yargı yoluna başvurmasına fiilen engel ve bu yüzden de hukuksal korunma güvencesine aykırı olan bu duruma, CMK m. 137/3 c.3 ile son verilmiştir.  Buna göre “tespit ve dinlemeye ilişkin kayıtların yok edilmesi halinde, en geç onbeş gün içinde, Cumhuriyet Başsavcılığı, tedbirin nedeni, kapsamı, süresi ve sonucu hakkında ilgilisine yazılı olarak bilgi verir”. Bildirme yükümlülüğünün kapsamına yalnızca şüpheli veya sanık değil, tedbirle ilgili olan herkesin alınması yerinde olmakla birlikte, bu yükümlülüğün, dokümanların yok edilmesi; dokümanların yok edilmesinin de tedbire son verilmesi koşuluna bağlı tutulması yerinde olmamıştır. Bu düzenlemeye göre, ancak koğuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi veya kararın hakim tarafından onaylanmaması durumunda ancak ilgiliye bilgi verme yükümlülüğü gündeme gelebilecektir.
2. Yargısal Denetim
İlgiliye haber verme yükümlülüğü ile, hukuksal korunma güvencesi arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Bu yönüyle hukuksal korunma güvencesi, bireye, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi açısından yalnızca mevcut denetim muhakemesi yollarının işletilmesini değil, aynı zamanda tedbirin gizli olma niteliğinden ileri gelen sonuçların ortadan kaldırılmasını sağlamak bakımından yeni denetim muhakemesi yollarının da öngörülmesini gerektirir. Ne var ki, karşılaştırmalı hukukta, genellikle tedbire karşı gidilebilecek özel bir denetim muhakemesi yolu öngörülmemekte; genel olarak ceza muhakemesinde koruma tedbirlerine karşı gidilebilecek denetim muhakemesi yolları olan itiraz ve temyize bu tedbir için de gidilebileceği kabul edilmektedir. Oysa burada ilgili, kararın yerine getirilmesinden ve genellikle de elde edilen bilgilerin yok edilmesinden sonra hakkında tedbir uygulandığından bilgi sahibi olmakta ve bu nedenle de, diğer koruma tedbirlerinden farklı olarak tedbirin uygulandığı sırada öngörülen hukuksal korunma olanaklarından fiilen yararlanamamaktadır. Bu yüzden sonradan başvurulan denetim muhakemesi olanakları, yalnızca tedbirin hukuka aykırılığının tespiti sonucuna yol açabilmektedir.
CMK’da ÇASÖMK’de olduğu gibi, tedbire karşı gidilebilecek özel bir denetim muhakemesi yolu öngörülmüş değildir. Burada ilgiliye önceden hakkında tedbir uygulanacağının bildirilmesi söz konusu olamayacağına göre, ilgiliye sonradan bilgi verilmiş olsa bile, ancak hukuka aykırılığın tespiti gündeme gelebilmektedir. Tedbirin gizli olma niteliğinden ileri gelen bu sakıncanın ortadan kaldırılabilmesi için, koruma tedbirlerinden zarar gören kişiler için devletin tazminat yükümlülüğü kabul edilmelidir. İlginçtir ki, CMK m. 141’de yer verilen tazminat ödenmesini gerektiren durumlar arasında hukuka aykırı olarak telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesine yer verilmemiştir. Bu durumda idarenin sorumluluğuna ilişkin genel kurallar çerçevesinde devletin tazminat sorumluluğuna gidilebilecektir.
§ 5. TESADÜFEN ELDE EDİLEN DELİLLER
Tesadüfen ele geçen delillerden anlaşılması gereken, yapılan soruşturma ile ilgisi bulunmayan ve soruşturma yapılırken bir başka suçun işlendiğini gösteren ve soruşturma yapılırken ele geçirilen delillerdir. Tedbire başvurulması sonucu başka bir suçla ilgili olarak tesadüfen elde edilen bu bilgilerin ayırım yapılmaksızın delil olarak değerlendirilmesine olanak sağlanacak olursa, hakkında tedbir uygulanmasına olanak bulunmayan suçların aydınlatılması amacıyla tedbirin kötüye kullanılmasına açık kapı bırakılmış olur ve bu tedbirin ancak katalogda tek tek sayılmak suretiyle gösterilen belirli ağırlıktaki suçlar bakımından uygulanabileceği yönündeki güvencenin anlamı kalmaz. İşte bu yüzden karşılaştırmalı hukukta, tedbirin uygulanması sırasında bir başka suçla ilgili olarak elde edilmiş olan bilgilerin delil olarak kullanılmasına ancak sınırlı bir çerçevede olanak tanınmaktadır. Sözgelimi Alman CMK § 100b V uyarınca uzakla haberleşmenin denetlenmesi sonucu elde edilen bilgiler, bir başka ceza muhakemesinde, § 100a'da öngörülen suçlardan birisinin aydınlatılması amacıyla delil olarak değerlendirilebilmektedir.
ÇASÖMK’te, tedbirin uygulanması sırasında bir başka suçla ilgili olarak elde edilmiş olan bilgilerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda açık bir düzenlemeye yer verilmiş değildi. Buna karşılık CMK m. 138/2, yapılmakta olan soruşturma veya kovuşturmayla ilgisi olmayan ve ancak CMK m. 135/6’da sayılan suçlardan birinin işlendiği şüphesini uyandırabilecek bir delilin elde edilmesi durumunda; bu delil muhafaza altına alınacağından ve durumun C. Savcılığına derhal bildirileceğinden söz etmektedir. Böylece CMK, tesadüfen elde edilen bilgilerin, bu bilgiler eğer yine CMK m. 135/6’da sayılan suçlardan birisine ilişkin ise, ancak bu takdirde delil olarak değerlendirilebilmesine olanak sağlamaktadır. Her ne kadar hükümde, açıkça CMK m. 135/6’da sayılanlar dışında kalan suçlar açısından bir düzenlemeye yer verilmemiş ise de; CMK m. 138/2’deki düzenlemeden, tesadüfen elde edilmiş olan bilgilerden, bu suçların aydınlatılması amacıyla yararlanılamayacağı sonucu çıkmaktadır. Her ne kadar bazı yazarlar Ancak öğretide bazı yazarlar, bu bilgilerden katalogda sayılan suçlar dışında kalan suçların aydınlatılması amacıyla delil olarak değil, ancak  yol gösterici olarak yararlanılabileceği söylemekte ise de; böyle bir anlayış, tedbirin, hakkında tedbir uygulanabilecek bir suçtan dolayı uydurma bir soruşturma başlatmak suretiyle, tedbir uygulanmasına olanak bulunmayan bir suçun aydınlatılması amacıyla kötüye kullanılmasına açık kapı bırakmakta ve bu nedenle de söz konusu tedbirin uygulama alanını, ancak belirli ağırlıktaki suçlarla sınırlı tutmakla izlenen amaçla bağdaşmamaktadır. Bu yüzden bu bilgilerden, CMK m. 135/6 dışında kalan suçların aydınlatılması bakımından yalnızca delil olarak değil, aynı zamanda yol gösterici olarak da yararlanılamayacağı düşüncesindeyiz.
§ 6. SONUÇ
Sonuç olarak ayrıntıya inen bazı konularda 5271 sayılı CMK’da telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi tedbiri ile ilgili olarak getirilen düzenlemelere yönelik bazı haklı eleştiriler ileri sürülebilir ise de; 4422 sayılı ÇASÖMK’te yer alan düzenlemeler ile karşılaştırıldığında, özellikle tedbirin uygulama alanına giren suçların tek tek sayılmak suretiyle gösterilmesi, tesadüfen elde edilen bilgilerin ancak sınırlı bir çerçevede değerlendirilmesine olanak sağlanması, tanıklıktan çekinme yetkisine sahip olan kişiler arasında geçen konuşmalar için en azından kayda alma yasağı getirilmesi, sınırlı bir çerçevede de olsa dokümanların yok edilmesi ve ilgiliye bilgi verilmesi yükümlülüğüne yer verilmesi nedeniyle temel hak ve özgürlükler açısından daha güvenceli bir durum yaratıldığı tartışılmaz.

24 Mayıs 2018 Perşembe

ZİNA


1- ZİNANIN TANIMI ve UNSURLARI

Evli bir kadının kocasından başka bir erkekle, evli erkeğinde karısından başka bir kadınla cinsi ilişkide bulunmasına zina denir.

Bir başka tanım ise; evli olan eşlerden birinin evlilik birliği devam ederken, eşlerden biri karşı cinsten başka biri ile normal yolla, bilerek ve isteyerek cinsel münasebette bulunmasına zina denir.

Yürürlükteki kanunun yani; 8.12.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 161'inci maddesi eski medeni kanunumuzun 129'uncu maddesinin karşılığıdır. Madde sadeleştirilmek suretiyle yeniden düzenlenmiştir. Hüküm değişikliği yoktur.

Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmiş olduğu 4 Ekim 1926 tarihinden sonra evlilik müessesesi, Devlet organlarınca resmen kurulan ve Devlet kontrolüne bağlanan sosyal bir müessese haline getirilmiştir ve kurulmakta olduğu gibi bozulması da Devletin kendi organları olan mahkemeler vasıtasıyla denetlenmesi sağlanmıştır. Zira bugün ki yaygın sosyal düşünceye göre aile toplumun çekirdeği ve temeli olduğundan, toplumu ilgilendiren bu kurum tamamen özel bir münasebet olması düşünülemezdi. Bu sebeptendir ki evlenme ve boşanma, kuruluşunda ve bozuluşunda Devletin kontrolüne tabi sosyal bir kurumdur. Toplum ancak istikrarlı ve sağlam aile temeline dayanır. Zira soy bağı düzgün (nesebi sahih) çocuklar ancak kanun kurallarına göre meydana gelen meşru birleşmeden; yani evlenmeden meydana gelir.

Yasamıza göre, zinanın üç unsuru vardır. Bunlar;

a- Evli olmak,
b- Eşinden başka birisiyle cinsi ilişkide bulunma,
c- Kusurlu olmadır.

A) Evli Olmak

Eşler fiilen ya da yargı kararıyla, ayrı yaşadıkları takdirde, evlilik birliği devam ettiğinden, eşlerden birinin başkasıyla cinsi ilişkisi zina sayılır.

Boşanma davasının devamı sırasında eşlerden birinin üçüncü şahısla cinsi ilişkisi zina sayılacağı gibi, batıl bir evlenme yargıç kararının sonucuna kadar, zina suçu oluşmaz.

Eşler evlilik ilişkisi devam ettiği sürece ayrılık, gaiplik, birlikte yaşamaya ara verilmiş olma gibi hallerde fiilen bir arada yaşamasalar dahi, içlerinden birinin eşinden başkası ile cinsel ilişkide bulunması zinadır. Çünkü zina, evlilik birliğinin eşlere yüklediği sadakat gösterme yükümlülüğünün en ağır şekilde ihlal edilmesi demektir. Evlilik hukuken son bulmadıkça karı kocanın sadakat gösterme yükümlülüğü devan eder. Bir arada bulunmamak, bu yükümlülüğü ihlal etme hakkını vermez.

Karı kocadan biri henüz evli değilken, bir başkası ile cinsi münasebette bulunmaları zina değildir. Böyle bir münasebet evlendikten sonra duyulursa ve taraflar arasında şiddetli geçimsizlik doğrarsa, Medeni Kanunumuzun 134'üncü maddesine dayanan bir boşanma nedeni olabilir. Ancak böyle bir durumda zina nedeniyle boşanma davası açılamaz.

B) Başkasıyla Cinsel İlişki

Eşlerden birinin evlilik dışındaki homoseksüel münasebetleri; erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsi ilişkileri, sevicilik, livata zina sayılmaz. Bu nevi hareketler için şiddetli geçimsizlik veya haysiyetsiz hayat sürmeye dayanarak boşanma davası açılabilir.

Erkeğin yabancı kadınla normal olmayan cinsel ilişkisi zina sayılır.

Zina için cinsiyet organlarının birleşmesi şarttır. Kadının başka bir erkekle, erkeğin başka bir erkekle, erkeğin de başka bir kadınla cinsi ilişki dışında kalan bedeni temasları bir birine ne kadar yakın olursa olsun zina sayılmaz.

Zinanın söz konusu olabilmesi için, eşlerden birinin eşinden başka bir kişiyle cinsel ilişkide bulunmuş; yani cinsel ilişkinin fiilen gerçekleşmiş olması şarttır. Cinsel ilişki girişiminde bulunmak (teşebbüs etmek) örneğin; flört etme, mektuplaşma, cinsel ilişki hazırlıklarına girişme veya cinsel ilişki gerçekleşmeksizin yakın bedeni temaslar; sevişme, öpüşme ve sarılma biçimindeki davranışlar zina sayılmayacağı gibi karının kocasının izni olmadan sunî ilkah (yapay döllenme) yaptırması da zina değildir. Bir hayvanla cinsel temas da bulunmada zina değildir. Mamafih bu gibi davranışlar haysiyetsiz hayat sürme veya evlilik birliğinin sarsılması sebebi ile boşanmaya neden olabilir.

C) Kusurlu Olma

Kadının ve erkeğin eşinden başka kişi ile cinsi ilişki bulunması arzuya dayanmalıdır. Kusurdan bahsedilemiyorsa, zinadan söz edilemez. Erkek ve kadının eşi cinsi ilişkide olduğunu ve bu ilişkinin eşinden başka bir kişi ile vuku bulunduğunu anlayabildiği taktirde kusurlu demektir. Sezgin olmayan eşin,başkasıyla cinsi ilişkisinde kusur yoktur.

Uyuşturucu madde verilerek evli kadının ırzına geçilmesi veya birden çok kişinin birleşerek, kadına zorla tecavüz etmelerinde kadının arzusunun olduğu kabul edilemez. Tehdit veya hayata kast gibi haller nedeniyle eşlerden biri zinaya razı olmuşsa, kusurunun olup olmadığının araştırılması gerekir.

Maddi bir cebir olmaksızın manevi bir sebeple, yani tehditle(korkutularak) cinsi ilişkiye rıza gösteren bir kadının kusurlu olup olmadığı yolunda yazarlar "Çok ciddi ve ağır bir manevi tazyikle münasebette razı olan kadının veya kocanın kusurlu bulunmadığını" kabul etmektedirler.

Hayat ve beden tamlığına yapılan tehditlerin etkisi altında cinsel ilişkide bulunma zina sayılmaz. Fakat bunun dışında, örneğin; mala karşı yapılan tehdit(lerin) etkisiyle yapılan cinsel ilişki zina sayılır. Yani; bu ikinci halde zina yapan eş kusurlu kabul edilir.

2-ZİNADA EŞİTLİK KURALI

Kanunumuz özel bir boşanma nedeni olarak saydığı zina eylemi bakımından karı ile koca arasında herhangi bir ayrım yapmamıştır. Kadın gibi erkek de başkası ile bir kere cinsi ilişkide bulununca, boşanma nedeni gerçekleşmiş olur. Türk Ceza Yasası'nda zina suçu düzenlenirken kadın ile erkek arasında zina fiilinin teşekkülü açısından farklılık gözetilmiştir. Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilen maddelere göre (Eski Türk Ceza Kanunu 440'ıncı ve 441'incin maddeler) evli kadının kocasından başka bir erkekle bir defaya mahsus olsa bile zina suçunu meydana getirmeye yettiği halde; kocanın zina suçunu işlemiş sayılabilmesi için, karısından başka bir kadınla karı-koca gibi bir arada yaşama koşuluna bağlanmıştır. Söz konusu bu eşitsizliği Anayasa Mahkemesi kadının zinası ile ilgili olan 01.03.1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 440'ıncı maddesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10'uncu maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine aykırı olduğu ileri sürülerek Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. (Anayasa Mahkemesinin 23.06.19998,E.1998/3,K.1998/28 sayılı kararı, Resmi Gazete 13 Mart 1999, sayı 23638) Erkeğin zinası ile ilgili olan, Türk Ceza Kanununun 441'inci maddesi T.C. Anayasası'nın 10'uncu maddesindeki eşitlik ilkesi ile çeliştiğine karar vererek Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. (Anayasa Mahkemesinin 23.09.1996,E.1996/15.K.1996/34 sayılı kararı, Resmi Gazete 27 Aralık 1996,Sayı 22860)

Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu söz konusu iki iptal kararı neticesinde bugün zina, Türk Ceza Kanunu açısından suç olarak değerlendirilmemektedir. Ancak Türk Medeni Hukukun da mutlak bir boşanma sebebi olmaya devam etmektedir

3- ZİNANIN İSPATI

Zina davasını açan iddiasını, ispatla yükümlüdür. Son derece gizlilik içinde gerçekleşen zina fiilini kanıtlamak oldukça zordur. Bu nedenle her türlü delille ispat edinilebilir. Zina yapan eş suçüstü yakalanmışsa mesele yoktur. Yargıç hadiseyi gören tanıkların beyanlarını alarak veya bir tutanak tutulmuşsa, tutanağı inceleyerek zinanın meydana gelip gelmediğine karar verir. Meydana gelen olaylardan cinsi ilişkinin oluştuğu kolayca anlaşılabiliyorsa, yargıç zinayı sabit sayacaktır.

Yukarıda da yeğnildiği gibi vukuunun ispatı büyük güçlükler arz ettiğinden aşağıdaki hallerde zinanın vukuuna delil teşkil ettiği içtihat olmuştur:

- Çocuk yapma kabiliyeti olmadığı tıbben sabit olan kocanın, karısının gebe kalmış olması,
- Eşlerden birinin zührevi hastalıklarından(cinsel yolla bulaşıcı olan hastalıkların tümüne verilen ad) birine yakalanmış olması,
- Kocanın izinli olarak 300 günden fazla eşinden ayrı olması ve evine döndüğünde kendisinden olmayacak doğum tarihi taşıyan çocuğun bulunması,
- Karının, çocuğu başka bir kimseden olduğuna dair mektupla ikarı(açıkça söylemek, saklamadan beyan etmek) bulunması,
- Karı kocadan birinin yabancı bir erkekle(karının) veya kadınla(kocanın) münasip olmayan yerlerde gezmeleri veya arabayla dolaşmaları,
- Karı kocadan birinin yabancı bir erkekle veya kadınla bir odada yatmış veya kapanmış olmaları halinde,
- Karının bir erkekle, erkeğin başka bir kadınla uygunsuz şekilde fotoğraf çektirmiş olması,
- Karının bir başka erkekle yatak odasında yarı çıplak olarak yakalanması,
- Karının veya kocanın başka bir erkekle cinsi ilişkide bulunduğunu itiraf etmesi,
- Çocuğun kan gurubunun eşlerin kan gurubuna uygun olmaması,
- Doktor raporu ile eşinin dışında cinsel ilişkide bulunduğunu belirleyen meni lekelerinin doktor raporu ile sabit olması,
gibi.

4-ZİNA MUTLAK BOŞANMA SEBEBİDİR

Karı ve kocadan birinin zina yaptığı anlaşılınca yargıç boşanma kararı vermek mecburiyetindedir. Zina yüzünden boşanmaya karar verilebilmesi için müşterek hayatın çekilmez hale geldiğinin ispatına lüzum yoktur. Zina sebebine dayanılarak açılmış olan bir boşanma davasında davalı eş diğer eşin de zina etmiş olduğunu iddia ve ispat etse bile bu durum açılmış olan davayı düşürmez; yani "zinalar takas ve mahsup edilemez". Bu bakımdan zina mutlak boşanma nedenidir.

5-DAVA HAKKININ DÜŞMESİ

Zina sebebi ile boşanma davası açma hakkı iki halde düşer. Bunlardan biri, dava hakkı olan tarafın zina yapan eşini affetmesi, diğeri ise belli süreleri geçmiş olmasıdır.(Medeni Kanun madde 161/1,2)

A-Zina Yapan Eşin Affedilmesi

Medeni kanunumuzun 161/3'e göre,"affeden tarafın dava hakkı yoktur" denmektedir. O hâlde, dava hakkı olan eş zina yapan eşini affederse artık dava hakkı ortadan kalkar Af açık veya örtülü olabilir, fakat mutlaka affeden eşin serbest iradesinin ürünü olmalıdır; yani aldatma veya korkutma yoluyla elde edilmiş olmamalıdır.

Acaba eşin zinasına önceden râzı olma veya onu zinaya hazırlama ve yöneltme hâli bir af sayılabilir mi?

Medeni Kanunumuz "zinaya önceden muvafakat etmekten" söz etmediğine göre, eşin zinasına razı olan taraf boşanma davası açamayacağı söylenemez. Mamafih doktrinde bu hâller de "af kapsamına sokmak ve dolayısı ile eşin zinasına razı olan veya onu bu yola iten tarafın artık boşanma davası açamayacağı kabul etmek" yönünde her ne kadar görüşler olsa da Yargıtay eşlerin birbirinin zinasına razı olmalarını ahlâka aykırı bulmuştur ve bunu af mahiyetinde görmemiştir.

Karının ve kocanın bir memuriyette yükseltilmesi, bulunduğu makamı muhâfaza etmesi veya herhangi bir çıkar elde edebilmek için veyahut da boşanma sağlayabilmek maksadıyla eşini cinsi münasebette bulunmaya teşvik ederse eylemin vukuundan sonra zinaya teşvîk eden eş aleyhine boşanma davası açılabilir.

Zina meydana geldikten sonra, dava hakkının afla kalkabilmesi için af beyanının zinayı yapan eşe yönelik olması gerekir. Affedenin sezgin olması, serbestçe karar vermesi gerekir.

Af şarta bağlı olarak ta yapılabilir. Örneğin; eşin durumu düzeldiği takdirde veya aile birliği hayatına aykırı hareketlerinden vazgeçmesi halinde eşini affedeceğini belirte bilir. Eşine bundan böyle normal hareket etmediği takdirde "seni boşarım" demesi gibi.

Boşanma davasının açılması veya boşanma talebinden vazgeçme, aile birliğinin devam etmesi af anlamına gelmez. Hatta eşi ile cinsi münasebette bulunmaya devam etmesi affa delil olmaz. Affın var olabilmesi için eşler arsında münasebettin dışta yabancılar tarafından samimi bir şekilde görülmesi gerekir. Eşlerin birlikte eğlence yerlerine gitmeleri, seyahate çıkmaları gibi durumlar barışma, af olarak taktir edilebilir.

B- Dava Açabilme Süresi

Medeni Kanunumuzun 161/2'inci maddesine göre "Davaya hakkı olan eşin boşanma sebebini öğrenmesinden başlayarak altı ay ve her halde zina eyleminin üzerinden beş yıl geçmekle dava hakkı düşer".

Kanunumuzda sözü edilen süre zaman aşımı süresi olmayıp bir hak düşürücü süredir. Yargıç sürenin geçtiğini öğrenirse, bunu resen nazarı itibaren alır.

Zinanın öğrenilmesinden itibaren altı ay geçince dava hakkının düşmesinin nedeni; zinayı öğrenen eşin boşanma davası açıp, açmayacağı hakkındaki şüphe ve kaygıların bir an önce ortadan kalkması aile birliğinin devamı hakkında bir an önce, herhangi bir karara varılabilmesi içindir. Uzunca bir sürenin kabulü halinde kuşkusuz ki aile birliği huzursuz olacaktır.

Zinanın vukuu bulmasından itibaren yürüyen beş yıllık dava hakkının beş yıl sonun da düşmesinin sebebi ise geçen uzun zaman etkisi altında ört bas edilen bir olay meydana çıkartmakta ve çekişme konusu yapmaktan kaçınmak içindir. Uzun süre devam ede gelen aile birliğinin eski bir suç yüzünden dağıtmak doğru olmaz.